“ Abi, yeterli yolcu olmadığı için o köye giden araç kaldırıldı” dedi köy garajında ki görevli. “ İlçe belediye arabasıyla gider, yol ayrımında inersin”, diye de ekledi. Mahmut en son on yıl önce, babasının vefatında gelmişti şehrine, köyüne.. O zaman köye iki minibüs çalışıyordu.
Yol ayrımına geldiklerinde araçtan indi. Köyü gösteren tabela değişmiş, yerine “mahalle” yazan yenisi konulmuştu. Yeni yasayla köyler ilçeye bağlı birer mahalle yapılmıştı. Köy beş kilometre içerdeydi. Kıvrılarak uzanan yolun her iki yanında yeşermiş ekinleriyle irili ufaklı tarlalar uzanıyordu. Babadan evlada bölüne bölüne bazı tarlalar avuç içi kadar kalmıştı. “ Birde bizimkiler, dünya da ki sınırlar kalksın, diyorlar. Kardeşler arasında ki sınırlar dururken.. Nasıl olacaksa..“ diye söylendi.
Vaktiyle babası, annesi ve kardeşleriyle bu tarlaların birçoğunda çalışmıştı. Buğday biçmiş, sap toplamış, harmanı patoza vermiş, nohut, mercimek dermişlerdi. Sabahın köründen gece yarılarına kadar.. Köz gibi güneşin altında.. Peynir, domates, ekşili ekmekle.. Burada hayat böyleydi, tarlan yoksa marabaydın, ırgattın, yarıcıydın.. Karın tokluğuna..
Artık köyde kimi kimsesi kalmamıştı. Bu taraflara yolu düşmüş çocukluğunun, ilk gençliğinin geçtiği köyüne uğramak ve büyüklerinin mezarını ziyaret etmek istemişti. Köyün girişinde ki yokuşu çıktı. Endişeliydi, köpekler yabancıyı kilometrelerce öteden hisseder köyün girişinde karşılardı. Öyle olmadı. Köy meydanına doğru yürüdü, ortalarda kimsecikler görünmüyordu. Kulak verdi, köpek sesi olmadığı gibi, eşek anırtısı, serçelerin cıvıltısı da yoktu. Köyün coşkusu, neşesi çocuklardan eser yoktu. Ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Evlerin bir kısmı yıkılmış, kalanların çoğunun damı tuğladan, sacdan çatı yapılmış, yeni yapılan birkaç ev ise şehir usulü betondu. Kendi evleri ne durumdaydı kim bilir.
Köyün içinde bir ses ararken kapısının önünde sandalye de oturan, çenesini elinde ki bastonuna yaslamış Mustafa amcayı gördü. Selam verip, elini öptü, kendini tanıttı. Zar zor hatırladı yaşlı adam. Ona halini, vaktini, işini sordu, köylülerden kimleri gördüğünü vesaire.. Sonra;
“ Baban çok çalışkan bir adamdı. Birlikte az kazma sallamadık. Eh kimseler kalmadı köyde. Kalanlar da birer ikişer eksiliyoruz. Siz şehir de yaşayanlar, ana babanız sağ olduğu sürece köylüsünüz, onlar da öldü mü buraları unutuyorsunuz“ dedi. Yorgun sesinde sitem vardı. Bir süre sohbet ettiler, Mahmut mezarlığa çıkacağını söyleyip izin istedi.
Köyün üst başında, derenin kenarındaydı evleri. Kerpiç bir evdi; duvarları, damı, sıvası her şeyi topraktan.. Tahmin ettiği gibi buldu evi, ahır ve samanlık tamamen yıkılmıştı. Salonun, odaların damları çökmüş, kerpiç duvarların büyük bölümü yıkılmıştı. Doğup büyüdüğü, ailecek yaşadıkları, içinde kendilerini güvende, mutlu hissettikleri, saçaklarında serçelerin yuvalandığı evin yıkıntılarına bakarken hüzünlendi. Bu evi yapan duvar ustası Sağır Hasan’ı, söylediklerini hatırladı;
“ Kerpiç ev çocuk gibidir, bakım ister, ilgi ister, derdi Hasan Usta. Damını sıvayacaksın, saman serpip loğ gezdireceksin. Dışının sıvasını, içinin badanasını eksik etmeyeceksin. Yoksa rutubet alır, kerpiçler bozulur, damı akar, akarsa ev ağlar, ev ağlarsa içinde yaşayanlar mutlu olmaz..“ Zor işittiği için köylülerin Sağır Hasan dediği usta siyah şalvarı ve ağzından eksik etmediği sigarasıyla köyün Mimar Sinan’ıydı. Birçok ev de onun izi, emeği vardı.
Bu civarda insanlar ev, barınak sorununu asırlardır taşı, toprağı, ağacı kullanarak bu şekilde çözmüşlerdi. Evin temeli nem almasın diye bir metreye kadar siyah taşla örülür, üst bölümü de kerpiçten yapılırdı. Duvarlar kale duvarı gibi kalındı. Bu sebeple evler kışın sıcak, yazın da serin olurdu. Kerpiç yapmak ta ustalık isterdi. Suyu geçirmeyecek kil toprağı eleyip taşları ayıklayacaksın. Kerpiç sağlam olsun diye uygun miktarda saman ve su katacaksın. Sonra da paçaları sıvayıp çamur kıvamını bulana kadar ayaklarınla çiğneyeceksin. Bir gece mayalanmaya bırakacaksın. Ertesi gün de kerpiç yapımına geçeceksin. Bunun için büyüğüne ana, küçüğüne kuzu denilen tahta kalıplara dökerlerdi çamuru. Toprağa duyulan saygıyı bundan daha iyi ne anlatabilir ki, ana ve kuzusu.. Kerpiçler birkaç gün sonra alt üst edilir, birbirine çatılır, iyice kuruması sağlanırdı. Biri evlenip yuva kuracaksa komşular imece usulü yardım ederlerdi; kerpiç yapılırken, duvarlar örülürken..
Duvarlar sağlam olacak, görünüşü kusursuz olacak. Bunun için Hasan usta duvarın iki tarafına ip çekerdi. Kerpiçleri dizer, kürekle verilen çamuru aralarına mala ile düzeltirdi. Duvarlar bittiğinde tavanın döşemeleri atılır, üstüne ince mertekler dizilir, sonra da kamış ya da benzer otlar serilirdi. Son olarak ta bu otların üzeri kerpiç çamuruyla kaplanırdı. Kuruduktan sonra üzerine saman serpilerek loğ gezdirilir ve damın üzeri iyice sıkıştırılırdı. Evin kabası bitince duvarların içten, dıştan sıvasına ve beyaz toprakla boyanmasına geçilirdi.
Bahçeye indi Mahmut. Küçük yuvarlak taşlardan yapılma, çevirme denilen duvarların büyük bölümü yıkılmıştı. Duvardan bir taş düşse yerine koyardı babası. “ Evi, bahçeyi bu halde görse kim bilir ne düşünürdü. Herhalde bir güzel söverdi biz çocuklarına.. “ diye fısıldadı. Bahçede ki koca ceviz, dutlar, kayısı ağaçları kurumuştu.. Bahçenin köşesinde ki narlardan biri inatla hayata tutunmuştu. Hatta üzerinde bir adet nar olgunluktan çatlamış, kıpkırmızı taneleriyle kendisine gülümsüyordu. Çocukları gurbetten geldiklerinde yesin diye anasının aylarca sakladığı narlar geldi aklına. Kısmetini büyük bir özenle kopardı, köyün dışında ki mezarlığa doğru yürüdü. Birkaç adım sonra geriye döndü, evin yıkıntılarına, virane halde ki bahçeye baktı. “ Haklıymışsın Hasan usta kerpiç ev çocuk gibiymiş. Bakmadık, ilgilenmedik. Geri döneceğimizden değil ama ayakta tutamadık ana-baba yadigârını ” dedi.
Yamaçta ki mezarlığa vardığında gün batmak üzereydi. Ebesinin, ana-babasının mezarlarını ziyaret etti. Onlarla konuştu, dertleşti, sağlıklarında yeterince ilgilenemediği için özür diledi, ağladı. Cebinde ki narı çıkardı, “ anacığım nar için de teşekkür ediyorum “ dedi. Mezarlıktan köye son bir kez daha baktı. Köy derin bir uykunun kollarındaydı sanki. Öylesine sakin ve huzurlu.. “ Ne garip şu insanoğlu, gittiği yerde doğayı, hayatı yok ediyor, insansız da hayat bir şeye benzemiyor. Mustafa dayı haklı. Köyü unutmaya çalışıyoruz aslında. Çünkü yakınların yok, akranların yok, köy artık çocukluğunun köyü değil.. Sen eski sen değilsin.. Unutmaktan öte kaçıyoruz. Şimdi benim yaptığım gibi.. Belki de biz, yönü köye dönük son kuşağız..”
Elinin tersiyle göz yaşını sildi, hızlı adımlarla yol ayrımına doğru yürüdü..
Hasan Aksoy