Apaydınlık bir yaz gecesiydi. Yılmaz, döşek niyetine serdiği otların üzerine uzanmış, gökyüzüne bakıyordu. Ay akşamdan doğmuş, güneşten nöbeti devralmış gibiydi. Gri renkli bulutlar gökte otlayan koyunlara benziyordu. Yıldızlar ayın gölgesinde kalmaya isyan edercesine yanıp sönüyorlardı. Rüzgar toprağın, biçilmiş ekin ve otların kokularını sürünmüş Ilık ılık esiyordu. Gün boyu güneşin altında çalışan işçiler tarlanın farklı köşelerine dağılmış, yorgunluktan bitkin düşmüş bedenlerini uykuya bırakmışlardı. Yılmaz, herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra doğruldu, sessizce köye doğru yola koyuldu.
Tamı tamına kırk gün olmuştu. Sabahın köründen gece yarısına kadar ellik, orak ağanın tarlalarında ekin biçiyorlardı. Ekinler vaktinde derilsin, mahsul zayi olmasın diye akşamları köye gidilmiyor, tarlalar da sapların, otların üzerinde uyuyorlardı. Bu sürede eşi Nazlı’dan uzak kalmıştı Yılmaz. Burnunda türüyordu onun ela gözleri, teninin tazeliği, kokusu.. Köy birkaç saatlik yürüme mesafesindeydi, ama gidemiyordu işte. Ancak, bıçak kemiğe dayanmış, Nazlı’nın hasreti ağır basmıştı. İşte Yılmaz onu görmek için gece yarısı yola düşmüştü. Tedbiri elden bırakmadan, kimselere gözükmeden gitmeliydi. Duyulursa ayıplanır, hor görülür, belki de köyden kovulurdu. Sabah mesaisi başlamadan tarlaya dönmeliydi.
Dere yataklarından, tarlaların sınırlarından düşe kalka, koşarcasına gidiyordu. Gece insana dair her şeyi esir almış, gündüzün telaşlı koşturmasından hiçbir iz kalmamıştı. Börtü böceğin, kurbağaların dere yatağından gelen sesleri ve Yılmaz’ın çiğnediği otların çıtırtıları vardı gecede. Nihayet tek tük solgun ışıklarıyla köyün silüeti belirmişti. Nefes nefese, kan ter içindeydi Yılmaz. “ Nazlım akşamdan uyumuştur. Koca konağın temizliği, yemeği, hayvanların bakımı, bunca işten yorgun düşmüştür. Şimdi birde ben yoracağım sevdiğimi, uykusundan edeceğim. Beni görünce ödü patlayacak ama benimki de can değil mi.. “ diye geçirdi içinden.
Küçük bir çocukken dağ köylerinin birinden bu kapıya çoban olarak gelmişti Yılmaz. Çobanlık yapmış, öküzle çift sürmüş, bahçede, tarlada çalışmış, her işe koşturmuş, hayatı, kaderi bu konağın, ağanın hizmeti olmuştu. Maraba ( hizmetçi ) olarak kalmıştı. Ailesini ziyarete gittiği köyünde, bir çeşme başında görmüştü Nazlı’yı. O an içine sevda ateşi düşmüş, her fırsatta bu köyü yol eyler olmuştu. Nazlı da onu sevmiş, gizli buluşmaları dillere düşmüştü. Nazlı’yı istetmiş, ama ailesi razı gelmemişti. Her şeyi göze alıp bir gece kaçmışlardı. Olay duyulunca kızın abileri mavzerleri kuşanıp peşlerine düşmüşler, kapısında çalıştığı Mecit Ağa araya girmiş, iş tatlıya bağlanmıştı. Yılmaz işte sırf bu yüzden ağası Mecit’e karşı çok büyük minnet duyardı.
Köyün girişinde bir iki köpeğin huysuzca havlaması karşıladı Yılmazı. Ama kokusundan anlamış olacaklar ki kısa kestiler. Yılmazla eşi Nazlı ağa konağının arkasında, hayvan ahırının bitişiğinde ki bir bölme de yaşıyorlardı. Kışın hayvanların ısısından yararlansın diye ahırla bölme arasına duvar örülmemişti. Yani ahırın bir köşesinde, zeminden elli santim yüksek bir bölmede, hayvanlarla yan yana yaşıyorlardı.
Yılmaz Nazlı’ya sürpriz yapmak istemiş, ahır tarafında ki kapıdan içeri süzülmüştü. Hayvanlar kısa süreli huysuzlanmış, sonra kaldıkları yerden geviş getirmeye devam etmişlerdi. Ahırın ortasında ki direğin arkasına gizlenen Yılmaz, az ötede uyuyan eşini hayranlıkla seyretti. Nazlı’nın yüzüne damın üzerin de ki pencereden sızan ay ışığı yansıyor, güzelliğine güzellik katıyordu. Ona doğru yaklaşmıştı ki ürpertiyle, korkuyla, acıyla durdu. Direğin arkasına çekildi. Gözlerine inanamadı, Nazlı’nın üzerinden bir erkek kolunun sarktığını görür gibi olmuştu. Yüreği yerinden sökülürcesine, acıyla çırpınıyor, dönüp tekrar bakamıyordu. Nasırlı avuçlarıyla gözlerini ovuşturdu, korkuyla tekrar o yöne baktı. Yanılmıyordu, bir erkeğe ait kol, tıpkı bir yılan gibi sarmıştı onu..
Başı döndü, nefesi tıkandı. Düşmemek için direğe tutundu. Bu anın korkunç bir kâbus olmasını diliyor, alnından, sırtından buz gibi terler boşanıyordu. İlk göz ağrısı, biricik sevdası, uğruna ölümü göze aldığı Nazlı’sı.. Nasıl yapmıştı bu ihaneti. Öfke, kıskançlık, aldatılmışlık beynini yakıyor, yüreğini burkuyor, fırtınaya yakalanmış bir ağaç gibi titriyordu. Direğe tırmanarak erkeğin kim olduğuna baktı; Mecit Ağanın ta kendisiydi. Az ötede ahırın temizliğinde kullanılan kürek ilişti gözüne. Küreği kaptı, önce ağayı, sonra Nazlı’yı.. İkisinin de icabına bakacaktı. Hırsla onlara doğru atıldı, ama yarı yolda durdu. “Ağayı lime lime doğrar, köpeklere yem ederim ama Nazlı’ma kıyamam “ diye geçirdi içinden. Yeniden direğin arkasına sindi, sırtını yasladı. “ O bana ihanet etmek istemezdi, ağa namussuzu tehdit etmiştir, mecbur bırakmıştır onu. Ah be Nazlı’m, kaçsaydın, kaçıp bana gelseydin. Alır başımızı gider, bir mağarada yaşar ama kimseye boyun eğmezdik.. Ulan namussuz ağa, ulan ırz düşmanı.. Artık bu saatten sonra Nazlı’yla yapamam. Ona yârim diyemem, bağrıma basamam, içimde ölen biriyle yaşayamam “ diye iç geçirdi, hırsından sıkılı yumruğunu dişledi.
O kısa sürede onlarca şey geçti kafasından. Şu anı yaşamaktansa bin kere ölmeyi yeğlerdi. Ne yapacağının kararsızlığı içinde kıvranıyordu. Bu ellerde ağaya kızan onun marabasını döverdi. Ağa kapısında çalışan, ezilip horlanan marabalar ise ağanın öküzlerini döver, hıncını onlardan çıkarırlardı. Bu sebepten az öküz ölmemişti bu köylerde. “ Ne yapmalı, ben de şu küreği alıp öküzleri, eşekleri mi dövmeliyim. Yoksa arkasına sığındığım şu direği mi.. Direği devirip, ahırı yerle bir edip ateşe mi vermeliyim.. Yok, hiçbirini yapamam. Çünkü korkağın tekiyim ben. Bir sevdanın, bir çift ela gözün esir aldığı korkak..“
Elinde ki küreği bıraktı, son bir kez içi acıyarak baktı Nazlı’ya. Bir çocuk masumiyetiyle uyuyordu. Ahırdan dışarı süzüldü. Ay böyle acı bir olaya şahitlik etmiş olmanın utancıyla, bulutların ardına gizlenmişti. Derede akan suyun şırıltısı ılık rüzgârın dalgalandırdığı yaprakların hışırtısına karışıyordu. Derin bir yalnızlık ve çaresizlik çöreklendi Yılmaz’ın yaralı yüreğine. Ayaklarını sürüyerek uzaklaşıp gitti.
Sabah olup gün aydınlandığında, köyün alt başındaki asırlık dut ağacında asılmış birinin cansız bedeniyle karşılaştı köylüler. Bir kuru yaprak gibi sallanan Yılmaz’dan başkası değildi.
Hasan Aksoy